Stresi Olumlu Kullanma Slayt

Sınav kaygısında hızlı ve etkili bir çözüm: EMDR

Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Fatma Zengin, 2013

Sınavlar şu anda hayatımızda çok belirleyici. İlkokuldan itibaren başarının asıl belirleyicisi olarak görülen, iyi bir okula gitmenin yolu olarak belirlenen, hayatınızın merkezlerinden olacak mesleğinizi belirleyen, bir işe yerleşmenizi sağlayan, mesleğinizde yükselme olanağı veren, dil öğrenme derecenizi gösteren, yurt dışında okumanız için anahtar olan sınavlar doğal olarak kişide bir kaygıya yol açabilir. Bu kaygı heyecan düzeyinde kalıyor, daha çok çalışmanızı kamçılıyorsa iyi bir etkiye sahip olabilir. Ancak çalışırken bile aklınız sınavda ya da sunumda olabilecek başarısızlıklarda ise, kendinizle iç konuşmalarınız olumsuz tonda ise bir şeyler yolunda gitmiyor demektir.

Belli bir konuda kişinin kendi performansıyla ilgili yaşadığı kaygı, çoğu zaman performans düşüklüğünün en büyük nedenlerinden biri olur. Çalışma düzeyi arttıkça bu kaygı daha da yükselebilir. Bu kaygı her tür okul ve iş ortamında yaşanabilmektedir.

Lise ve üniversite giriş sınavları ise, kazanma olasılığı, hayatla ilgili yüklenen anlam vs. nedeniyle özel bir stres faktörüne dönüşmekte, özellikle çevresi ya da kendisinin başarı düzeyi beklentisi yüksek gençlerde büyük bir strese neden olabilmekte, sınav kaygısı denecek düzeyde kaygı yaratabilmektedir. Sınav kaygısı;  öğrenilen bilgilerin sınav sırasında etkili bir biçimde kullanılmasına engelleyen ve başarının düşmesine yol açan yoğun kaygı olarak tanımlanır. Bu kaygı, endişe, tedirginlik, sıkıntı, başarısızlık korkusu, çalışma isteksizliği, kendine güvenin azalması, yetersizlik hissi gibi ruhsal belirtilerle ya da mide bulantısı, titreme, ağız kuruluğu, terleme, uyku düzensizliği karın ağrısı, baygınlık hissi gibi bedensel yakınmalarla veyahut dikkat ve konsantrasyon bozuklukları ile kendini gösterebilir.

Sınav kaygısının varlığı basit ölçeklerle kolayca saptanabilmekte ve kişinin geçmiş yaşantısına ve kişilik özelliklerine bağlı olarak süresi değişse de EMDR denen teknikle genelde 2-4 seans arasında üstesinden gelinmektedir.

EMDR (Eye Movement Desensitization Reprocessing) -Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme tekniği, Psikolog Francine Shapiro tarafından seksenli yılların sonunda geliştirilmiştir. Shapiro, travmatik bir anısının etkisindeyken gözlerini sağa ve sola hareket ettirerek yürümesi sonucunda kendini iyi hissettiğini fark etmiş, bu konu üzerinde çalışmaya başlamıştır. Özellikle travmatik yaşantıları olna kişilerde, savaş gazilerinde vs bu yöntemi denemiş ve etkili olduğunu görmüştür.

EMDR ile çalışırken, danışanların duygusal anlamda kendilerini rahatsız eden konuyu bedensel, imgesel, duygusal ve zihinsel düzeyde saptaması sağlanır. Belli bir puanlama sistemi ile kişinin kendi içsel değişimini kendisinin değerlendirmesi hedeflenir. Rahatsız eden anıya, bedensel sıkıntıya odaklanarak gözlerin sağa sola hareket ettirilmesi istenir. Sekiz basamaklı bir protokolle uygulanan teknik, duygusal, bilişsel ve bedensel alanların hepsinde birden çalışır. Duygusal ve bilişsel alandaki dengesizliklerin giderilmesi esasına dayanır. Göz hareketleriyle, duygu ve düşüncenin ayrı ayrı kodlandığı sağ ve sol beyinin aynı anda çalışarak hafızadaki bağlantıların ortaya çıktığı, olumsuz algıların yerine olumlu ve gerçekçi algıların konması ile iyileşme sağlandığı düşünülmektedir.

EMDR şu anda kazalar, doğal felaketler gibi travmalardan sonra yaşanan ruhsal bozukluklar ve fobi, panik atak gibi rahatsızlıklar konusunda en etkili tekniklerin başında gelmektedir. Neden bu kadar kısa sürede ve etkili olduğu, beyinde yarattığı değişimin nedenleri konusunda araştırmalar devam etmektedir.


Kuşaklararası Etkileşimler ve Sistemik Dizim Yöntemi

Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Fatma Zengin

Hepimiz bir aileye doğarız. Dünyaya gelmişsek bir annemiz ve babamız var demektir. İyi ya da kötü diye adlandırdığımız özelliklerden bağımsız olarak anne ve babamız bizim için en önemli kişilerdir. Bu kan bağı aynı zamanda bir topluluğa, bir ulusa, bir ülkeye aidiyetimizi de belirler. Kuşaktan kuşağa bilinçli ya da bilinçsiz aktarılan o soya ait pek çok özellik bizim yaşadığımız yeri, dilimizi, inançlarımızı, kimliğimizi, hayatı yaşayış biçimimizi belirler, bir çeşit kader olur.

Ruhsal, duygusal, sosyal hatta bedensel sağlığımız, bu ilişki ağlarındaki durumumuza, onlarla ne kadar barışık ya da dolaşık olduğumuza göre belirleniyor olabilir. Bu bakış, psikoloji için yeni bir bakış açısı değil aslında çünkü, var olan onlarca psikoloji ekolü belli derecelerde ait olduğumuz aile sisteminin ve diğer sistemlerin etkisine bakmıştır.

Ancak son yirmi yılda şekillenen “Aile dizimi” (Family Constellations)  son yıllarda ise sistemik dizim denen yaklaşım, bunu çalışmanın asıl merkezi olarak almaktadır. Bu yöntem Alman psikolog-filozof Bert Hellinger tarafından biçimlendirilmiştir. Hellinger İkinci Dünya Savaşı öncesi Nazilerden kaçmak için din okuluna girmiş ve rahip olmuş biridir. Misyoner olarak uzun yıllar aralarında yaşadığı Afrika Zulu kabilesinin çocuk yetiştirme yöntemlerinden çok etkilenmiş, Almanya’ya dönünce 1970’li yıllarda psikodrama, psikanaliz, aile terapisi dahil pek çok terapi ekolünü incelemiştir.  Ardından sistemik-fenomenolojik terapi adını verdiği yaklaşımı uygulamaya başlamıştır. Son yıllarda Hellinger’den farklı yönlerde bu çalışmayı geliştiren ve yeni açılımlar getiren pek çok uygulayıcı bulunmaktadır.

Konstelasyon /dizim çalışmasında, gruptaki temsilcilerin bilme alanı’na getirdikleri bilgi esastır. Çalışacak kişinin zihinsel-duygusal olarak izin verdiği ölçüde onun aile ruhuna ya da içsel dünyasına giden kapıların açıldığı düşünülmektedir. Temsilciler, hiç tanımadıkları ölmüş ya da hayattaki kişileri, kavramları, kişinin iç seslerini sezgisel olarak hisseder ve derin duygusal süreçleri bu alana aktarırlar. Bunu yaparken kendi düşünce ve yargılarını bir kenara bırakıp sadece bedenlerindeki değişimlere odaklanmaları istenir. Temsilcilerin kendilerini iyi hissetmediği dizim şekillerine özel dikkat edilir, bunlar genelde çalışmayı yapan kişinin bilmediği sistemik karmaşaları (bir kardeşin veya ebeveynin çok erken kaybı, aileden dışlanan kişiler, göç, intihar, taciz, kürtaj vs. gibi ailede sırra dönüşmüş veya bilinçdışına kaydedilmiş çözülmemiş travmatik yaşantıları) ortaya çıkarır. Aile dizimi ekolüne göre, sistemde öfke, üzüntü, inkar şeklinde kendini gösteren bu aidiyet ve sevgi hatları fark edilip açılmazsa; bu tür travmalar sonraki kuşaklara aktarılır, bedensel ya da ruhsal bir rahatsızlık olarak kendini gösterir.

İyileşme süreci veya problemin çözümü, sorunun sistemik dizimi netleştikten sonra, terapistin yönlendirdiği yeni dizimlerle ve yeni cümlelerle gerçekleşir. Kişinin kendini iyi hissettiği ya da problemin çözümü için en yüksek enerjiye ulaşıldığı noktada çalışma sonlandırılır. Bir dizim çalışması 10 dakika ile 1 saat arasında değişebilmektedir.

Birkaç yıl öncesine kadar gizemli ve spiritüel bir çalışma gibi görülen dizim yöntemi son yıllardaki bazı çalışmalarla bilimsel olarak açıklanabilir hale gelmiştir. 10 yıl kadar önce İtalyan bilim adamlarının keşfettiği ayna nöronlar ile açıklanan bu mekanizmanın doğruyu yansıtma oranı  araştırmalara göre %90 düzeyindedir. Alman psikolog Franz Ruppert, ilk başlarda açıklanamaz ve gizemli gibi yorumlanan bu fenomenin, John Bowlby’nin bağlanma kuramı ile açıklanır hale geldiğini ileri sürmektedir. Bebeklerin anne karnında ve bebeklik döneminde duygu yoğun öğrenmeleri ve bağlanma ihtiyaçları ile annenin bedenindeki ve zihnindeki bilgileri kaydettiği düşünülmektedir. Başka bir yazıda ayrıntılı açıklanacak Ruppert’in çoknesilli psikotravmatoloji yaklaşımı psikanalizin bilinçdışı aktarım, bölünme, inkar gibi açıklamaları ile örtüşmektedir.

İnsanlar genelde bir grup içinde tanımadıkları insanlara özel alanlarını, problemlerini açıp açamayacakları kaygısıyla gelirler. Ancak hem psikoterapinin hem de aile konstelasyonunun özünde, güven, sevgi, koşulsuz kabul ve gerçeği görme ve kabul etme yönelimi olduğu için dakikalar içinde bu güven ortamı sağlanır. Nerdeyse her grupta günün sonunda gruptakiler birbirlerini, sanki yıllardır tanıyormuş gibi bir duygu ile dostça ve içten selamlar. Her insanın bir derdinin olduğu, hepsinin kendine özel şartlarda oluştuğu, yargılarımızın ne kadar yüzeysel olduğu çok aşikar yaşandığı için, geçmişi anlayıp saygı duymanın gücü ortaya çıkar. Bireysel olduğu kadar toplumsal huzura ve barışa da katkı sağlayacak bir deneyim kazanılmış olur.

Dizim yöntemi bir grup uygulaması olarak başlamışsa da bireysel görüşmelerde de çeşitli yardımcı malzemelerle uygulanmakta ve klasik konuşma terapilerine göre daha hızlı ve etkili bir yöntem olarak belirmektedir.